22 Ekim 2019 Salı

AFORİZMALAR-SORGULAMA


…İnsan kötülük yapmayı neden seçer? Hangi duygunun eyleme geçmiş halidir bu?

…Hırsla, egoyla kirletiyoruz kendimizi. Karşımızdakini aptal sanma hastalığına tutulup aslında biz küçülüyoruz.

…Gerçek bir öz güvenle yaşamak yerine güvensizliğimizi sığ bir kendini beğenmişliğin altına saklıyoruz. Kusurlarımız, halının altına süpürülen tozlar gibi…

…Kibir var bir de tabii, başkasını beğenmemek… Kim sormuş ki kendine “Ne haddime?” diye? Kim kendine hesap sorabilecek kadar cesur?

…Zorbalık… Ruhuyla, kişiliğiyle çökmüş kişinin güç gösterisi sadece… Kim bilir, hangi zayıflığını örtbas etmek ister? Kim ki zorbadır, bilin ki acınacak haldedir.

…Vicdan muhasebesi, aslında, acaba birinin kalbine verdiğim sızı döner dolaşır da benim kalbimi kanatır mı münakaşası, içten içe can yakıcı…


17 Ekim 2019 Perşembe




AFORİZMALAR-GEÇMİŞTEN GELEN

…Her insan kendi hayatının kundakçısı, her an bir yangına hazır. Her yangın bir başlangıç ve kaybedilenler bir son değil…


…Yaşamak bize sorulmadan verilmiş bir emir mi, yoksa bir daha tekrarı olamayacak bir lütuf mu? Biraz karamsar olacak belki, yaşam da aslında bir uyuşmazlık silsilesi, anlam ve gayesi muamma! Yaşamak tam gitmeye hazırlanırken “Gitme!” diyen bir sevgili gibi. İçinde yalvarış olmayan bir asaleti kuşanmışçasına; ama bir tarafı hep acınası… Eğer yaşamda aranılan bir amaç varsa belli oldu sanırım: Kendinle yaptığın hesaplaşmalarındaki tutarlılık. Hatalar en vefakar evlatlarıdır çelişkilerin.


…Aslında birçoğumuz, en suskunumuz bile hayata karşı ince bir sitem içindeyiz. Birileri bahane.


…Bir de şu var: Bu sefer kayan bir yıldıza rastlamadım.


…Aşk önce acıtmakmış bir canı, sonra kendine acınmakmış. Aşk acıtırken fark edilmeyen, acınırken yaşananmış.


…Hiç düşündün mü? Nesneler cansızlıklarına rağmen bir şey anlatmak ister gibi garip anlamlar taşıyabiliyor. Geçmişi ve kırılgan ruhu arasında en sağlam köprüyü kurmuş insanların doğası sanırım: Omzunda taşımaktan yorulduğu anıları nesnelere yüklemek! Ne yazık ki karmakarışık…


…İyilik görmeyi mi yoksa iyilik yapmayı mı yeğlersin deseler, cevabım iyilik yapmak olurdu. Bilmem… Belki de dünyaya hanemde bin bir borçla geldiğime inanışımdandır. Neyin bedelini ödüyorum ki ben?




KALP AĞRISI

Kara yazgımı bilirsin sen de,
Ben her seferinde içime birini gömer,
Göçerim bu şehirden.
Nice zaman sonra,
Ben ne zaman geri dönmek istesem
Gelmez benimle içimde giden.

Ne çabuk unuttun beni?
Oysa bak bana kalp ağrım!
Derdim hiç de unutmak değil,
Derdim senin için şimdi bir "hiç" olanla
Böyle ağrılı yaşamak.

Bir tek yüreğim ağır bana,
Ah! Bir dursa,
Bir tek yüreğimi yenemiyorum ben.

Yine de,
Gün geçiyor işte bir çırpıda seni düşünmekle
Nasıl yaşıyorum sanıyorsun?

Oyun Savaşçısı







Fotoğraf: Bienal Sergisi-4.Antrepo (2003)

OYUN SAVAŞÇISI
Bu fotoğrafı gördüğümde savaş bitmişti. Bu fotoğrafın sahibi belli ki savaş için çok şey anlatmak istemişti. Ben de karar verdim. Savaşa “hayır” demek ve savaşla ilgili hissettiklerimi anlatabilmek için fotoğrafta gördüklerimi paylaşabilirim.
Savaş için bir şeyler yazmak birçok şeyi bilmeyi gerektirir: Tarih, politika, ekonomi… Yine de bu resmi gördüğümde bunlardan da öte bir şey hissettim. Bir çocuğun elinde silah görmek ve başka bir çocuğun silah karşısında diz çöküşünü izlemek her şeyi unutturdu bana. Bir oyun gibi göremedim. Bir an için gözümde büyüdüler. Bu yüzden bu resmin bende uyandırdıkları hakkında söylemek istediklerim var: Savaşın ne tür bir acı ve yokluk öncüsü olduğunu inkar edemeyiz.
Bu resmi görmeden önce de “savaş” dendi mi aklıma ilk gelen yine hep çocuklar olurdu. Önce bir çocuk yüzü hayal ederdim. Savaş onu yalnız bırakacak, en muhtaç olduğu dönemde ailesinden ayıracak, çaresizce çocukluğunu bu acılara bırakacak diye düşünürdüm. Düşündüğüm, vuslatı garantisiz, tarihsiz bir vedalaşmanın ortasında bir çocuk yüzüydü. Şaşkın, ağlayan, olanlara anlam veremeyen bir yüz.
Çocuk ne bilsin savaşı? O, şu ana kadar, oyun oynamaktan yorgun düşen bedeniyle geceleri mışıl mışıl uyuyan bir “oyun savaşçısı” sadece. Onun savaş diye bildiği belki de yaptığı kumdan kaleleri yıkıp tekrar yapmak. Şimdi nereden bilsin çocuk savaşı?
Resmi gördüğümde anladım:
Çocuklar da biliyor artık savaşın vuslatsız vedalar olduğunu.
Ayrılık ölümden betermiş derler. Savaş ikisinden de beter. Ayrılırken ölüyorsun, gidenin gelmeyeceğini hissediyorsun, en başında ölümlere şahit oluyorsun. Savaşa bir vize verdin mi ayrılığı da ölümü de göze alıyorsun. Üstelik üstünde yaşadığın toprak parçasının bir hiç sayıldığını, sömürüldüğünü görerek… En önemlisi de bedelini en ağır ödeyen çocuklar oluyor. Onları belirsiz bir gelecek bekliyor. Hayata karşı savunmasızken daha savunmasız kalıyorlar ve hiçbir şeyi unutmuyorlar. Daha yoğun, daha kalıcı yaşıyorlar.
Savaşla ilgili düşüncelerimi bu resimden yola çıkarak dile getirdim; çünkü bir endişem var: O izler geçmeyecek. Ya fotoğraftaki silah bir oyuncak olarak kalmaz ve o “oyun savaşçısı” büyürken silah da gerçeğe dönüşürse… Savaş hep var olacak. Savaş bir çözüm olarak görülecek; ama hiçbir sorunu çözmeyecek. İşte o zaman hiçbir zaman oyun olmayacak.

16 Ekim 2019 Çarşamba

BİR HAZİNEDİR ÇOCUKLUK ARKADAŞI




BİR HAZİNEDİR ÇOCUKLUK ARKADAŞI

İnsanın değişmeden, kendi kalarak yürütebildiği tek arkadaşlık bence çocukluk arkadaşıyla kurduğu arkadaşlıktır. “Dost” diye tabir edilen, sonsuz güvenilen, sığınılan liman misali, yeri gelince yaslanılan dağ gibidir. Ben bu yüzden az ve öz olsa da çocukluk arkadaşının yerini hiç kimsenin tutamayacağını düşünüyorum.

Yıllar geçtikçe ve yaş ilerledikçe yeni tanıştığımız insanlara hep mesafeli olmaya çalışıyoruz. Hatta bazen olduğumuzdan farklı davranıyor, düşüncelerimizi de açık seçik söylemiyoruz. Kimisi bunu karşı tarafa kendini kabul ettirebilme uğruna yapıyor, kimisi de insanlara karşı ördüğü duvarın yıkılmasını istemiyor. Saklı olmak bizi güvende tutuyor. Oysaki çocukluk arkadaşı öyle midir?

Çocukluk arkadaşınız sizi en saf halinizle tanır. En büyük korkularınızı, sizi en çok eğlendiren şeyi, ne düşünüp ne tepki vereceğinizi bilir. Sizin, siz olmadığınız zamanları bile bilir. Bu yüzden hoşlanmadığınız bir şeyi çocukluk arkadaşınız söylediğinde sizi rahatsız etmez, aksine düşünmeye sevk eder. Yardım istemekten çekinmez, onun ihtiyacı olduğunda da yardım etmekten asla vazgeçmezseniz.

Yeni tanıştığınız insanlar önce hayatınıza bir dinamizm getirse de sonludur. Konuştuklarınız sınırlıdır. Yıllar size tecrübe verirken, aslında arkadaşlık kurmayı geriletir. Oysa çocukluk arkadaşınızla ne söz biter, ne paylaştıklarınız. Hatta en zor zamanlarınızda anılarınız tutunacak bir dal olur. Uzakta da olsa çocukluk arkadaşınızın varlığı tüm iyilikleri, saflığı hatırlatır ve gerçekten ilaç gibidir, iyi gelir.

Sahip olduğum tüm arkadaşlarıma nazaran çocukluk arkadaşlarımı daha bir kayırıyorum hayatımda. Çocukluk arkadaşına sahip olmanın bu kadar önemli olduğuna dair farkındalığım neye dayanıyor diye sorarsanız, ilerleyen yaşla beraber geçmişi daha çok düşünmem diyebilirim. Bir de kendi çocuğum tabi ki, çünkü onu arkadaşlarıyla izlediğimde kendi çocukluğumu izliyor gibiyim. Bu yüzden kendi çocuğumun hangi arkadaşıyla bağı sağlamsa kopmaması için elimden geleni yapacağım. Bu duyguyu o da hissetmeli. Hayat zorlaşırken, en güvendikleri en çok üzen olurken, yanında biz olamazsak emanet edebileceğimiz biri, birileri olmalı.

Çocukluk arkadaşı insan ömründe belki de tek gerçek arkadaş, bir manevi miras. İyi ya da kötü geçen çocukluğunuzun şahidi, ortağı, yoldaşı… Ne zaman ki onu kaybedersiniz, geçmişinizin bir parçasını kaybedersiniz. Herkes değişir, çocukluk arkadaşınız da değişir; ama en güzeli, onun size bakan yanı hep aynıdır. İşte bu yüzden, çocukluk arkadaşıyla beraber büyümeyi ve  hayatın sürüklediği onca şeyin arasında birlikte var olabilmeyi önemsiyorum.